25.03.2012

AİHM: "Nüfus cüzdanındaki din hanesi, din ve vicdan özgürlüğüne aykırıdır"

Sinan Işık'ın nüfus cüzdanlarında din hanesi bulunmasının din ve vicdan özgürlüğüne aykırı olduğu gerekçesiyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne yaptığı başvuru sonucu açılan dava 02.02.2010 tarihinde karara bağlandı. AİHM, nüfus cüzdanında din hanesi bulunmasını Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüyle ilgili 9. maddesine aykırı olduğu sonucuna ulaştı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 3 aylık itiraz süresi için bu karara itiraz etmedi. Fakat bu kararın üzerinden yaklaşık 9 ay geçmiş olmasına rağmen Hükümet bu konuda adım atmayınca Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı Ali Balkız, bu ihlalin giderilmesi için neden hiçbir şey yapılmadığını sorduğu ve gerekli düzenlemelerin yapılmasıyla ilgili taleplerini içeren bir dilekçeyi Başbakan'a verdi.  Tüm bunlara rağmen ilk kararın üzerinden geçen iki yılı aşkın sürede Hükümet bu konuda hiçbir adım atmadı. AİHM'nin bu kararı adeta görmezden gelindi. Sanki böyle bir karar çıkmamış gibi davranıldı ve garip bir şekilde hala öyle davranılmaya devam ediliyor.

Kendi adıma acaba nüfus cüzdanlarının yerini alacak yeni kimlik kartlarında din hanesi olmayacak bu nedenle mi nüfus cüzdanlarında bir değişikliğe gidilmiyor diye düşünüyordum ama T.C. Kimlik Kartı'nın tanıtımıyla ilgili siteye bakıldığında din hanesinin bu kartlarda da bulunduğu görülüyor:

Fotoğraf: www.ekds.gov.tr

Anlaşılan o ki Hükümet, AİHM'nin bu kararını umursamıyor. Bu kararı 2 yıldır uygulamamasının başka nasıl bir açıklaması olabilir bilmiyorum. Umarım yeni kimlik kartlarında değişiklik yapılıp din hanesi çıkarılarak bu ilkel uygulamadan vazgeçilir.

AİHM'nin 9. maddenin ihlaliyle ilgili değerlendirmesini yaptığı bölümü aşağıda bulabilirsiniz (Ayrıca kararın Türkçe tam metnine buradan ulaşabilirsiniz):
AİHM, 9. maddede korunduğu şekliyle düşünce, vicdan ve din özgürlüğünün AİHS anlamında  « demokratik bir toplumun » temel taşlarından birini temsil ettiğini hatırlatmaktadır. Dinsel açıdan bu özgürlük, inananların hayata bakışlarını ve kimliklerini oluşturan çok hayati bir unsur olmasının yanısıra, ateistler, agnostikler, kuşkucular veya konuyla hiç ilgilenmeyen diğer kimseler açısından da önemli bir kazanımdır. Yüzyıllar boyu büyük bedeller ödenerek kazanılmış olan çoğulculuk da bu tür bir toplumda mevcuttur. Bu özgürlük özellikle bir dine bağlı olsun olmasın ve dini vecibeleri uygulasın uygulamasın herkes için geçerlidir (bakınız, diğerleri arasından, Yunanistan aleyhine Kokkinakis davası, 25 Mayıs 1993, prg. 31, seri A no 260-A, ve San Marino aleyhine Buscarini ve diğerleri davası [GC], no 24645/94, prg. 34, CEDH 1999-I).

Din özgürlüğü asıl olarak bireyin vicdanıyla ilgili bir mesele olduğundan, diğer başka şeylerin yanı sıra, kişinin bireysel ve özel olarak ya da topluca, halkın önünde ve aynı inancı paylaşan gruplar dahilinde dinini açıklamasını da içerir. Öte yandan AİHM, daha önce de AİHS’nin 9. maddesi bünyesinde özellikle bir dine bağlı olmama ve vecibelerini yerine getirmeme özgürlüğü gibi bazı negatif hakları irdeleme fırsatı bulmuştur (bakınız, aynı, Kokkinakis, ve Buscarini ve diğerleri davaları, ilgili bölümler).

AİHM, Alevi mezhebine ait olduğunu beyan eden başvuranın din hanesinde İslam yazan bir nüfus cüzdanı taşımak zorunda kaldığını not etmektedir. İlgili şahıs, 7 Mayıs 2004 tarihinde İzmir Asliye Hukuk Mahkemesi önünde   din hanesine kendi mezhebinin yazılması talebiyle dava açmıştır. Öte yandan başvuran, Yargıtay önünde dini inançlarını açığa vurmama hakkına atıfta bulunarak, din ibaresinin zorunlu olmasına karşı çıkmış ve alternatif olarak nüfus cüzdanı üzerinde bu ibarenin kaldırılmasını talep etmiştir. Bununla birlikte, mahkeme Diyanet İşleri Başkanlığı’nın verdiği görüşe dayanarak « nüfus cüzdanı üzerinde herhangi bir dinin yorum veya dallarının değil yalnızca genel anlamda dinlerin yazıldığı » gerekçesiyle bu talepleri reddetmiştir. Ulusal mahkemeye göre, « Alevi mezhebi, İslam’ın sufizm ve belirli kültürel özelliklerden etkilenen bir yorumudur ».

AİHM, olayların meydana geldiği dönemde uygulamada olan ulusal mevzuata göre başvuranın, her Türk vatandaşı gibi, üzerinde din ibaresi bulunan bir nüfus cüzdanı taşımak zorunda kaldığını gözlemlemektedir. Bu resmi belge hamilinin kimlik bilgilerini öğrenmek için talep eden her idari makama, özel şirkete ya da herhangi bir formalite icabı başka mercilere sunulması gerekmektedir.

Bu bağlamda AİHM, Yunanistan aleyhine Sofianopoulos ve diğerleri ((karar), no 1977/02, 1988/02 ve 1997/02, CEDH 2002-X) davasında, nüfus cüzdanının hangi din ya da mezhepten olursa olsun inananlara bir dini uygulama ya da açığa vurma hakkı sağlamak için bir araç olamayacağına hükmettiğini hatırlatmak gereği duymaktadır. Buna karşın, AİHM dinini ya da mezhebini açığa vurma özgürlüğünün aynı zamanda negatif bir yanı olduğu, yani bir bireyin din ya da mezhebini açığa vurmama ve böylesi bir inanca sahip olup olmadığını belli edecek davranışlarda bulunmak zorunda kalmama hakkı bulunduğu kanaatini taşımaktadır. Bu nedenle, Devlet yetkililerinin ne bireyin vicdan özgürlüğü alanına müdahale etme, ne dini inançlarını araştırma ve ne de ilahiyatla ilgili düşüncelerini açığa vurmaya zorlama gibi bir hakkı olamaz (Yunanistan aleyhine Alexandridis davası, no 19516/06, prg. 38, CEDH 2008-....).

AİHM, mevcut davayı din ve vicdan özgürlüğünün negatif yanı, yani  bireyin dini inançlarını açığa vurmama hakkı açısından inceleyecektir.

Bu bağlamda AİHM, Hükümetin ihtilaflı ibarenin her Türk vatandaşının dini inanç ve düşüncelerini açığa vurmaya zorlamak amacı taşıyan bir uygulama olmadığı yönündeki savını kabul etmemektedir. Burada, herkesin vicdanını yansıtan dini inanç ya da düşüncesini açığa vurmama hakkı söz konusudur. Bu hak, din ve vicdan özgürlüğü kavramının doğasında vardır. 9. maddeyi dini inanç ya da düşünceleri açığa vurmayı amaçlayan herhangi bir zorlamaya izin veriyor şeklinde yorumlarsak, garanti altına aldığı özgürlüğün özüne dokunmuş oluruz (bakınız, mutatis mutandis, Birleşik Krallık aleyhine Young, James ve Webster davası, 13 Ağustos 1981, prg. 52, seri A no 44 ; yine bakınız Anayasa Mahkemesi yargıçlarından birinin sunduğu karşı görüş).

Öte yandan, nüfus cüzdanının (okul kaydı, kimlik kontrolü, askerlik hizmeti, v.s. gibi durumlarda) sıkça kullanıldığı göz önüne alındığında, nüfus cüzdanı gibi resmi belgelerde dini inançların belirtilmesi idari makamlarla olan ilişkilerde ayrımcı davranışlara yol açabilir (Sofianopoulos ve diğerleri, ilgili bölüm).

Üstelik, AİHM nüfus kütüklerinde ya da nüfus cüzdanlarında demografik nedenlerle dinin yazılmasının gerekliliğini anlayamamaktadır, zira böyle bir uygulama dini inançlarını istek dışı beyan etme zorunluluğu öngören bir yasal düzenlemeyi de beraberinde getirir.

AİHM, öte yandan başvuranın talebinin reddedilmesiyle sonuçlanan davanın Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mensubu olduğu mezhebi  İslam’ın bir yorumu olarak vasıflandırmasına bakılarak karara bağlanmasına karşı çıktığını gözlemlemektedir. Bu konuyla ilgili olarak AİHM, her zamanki gibi, Devletin, dini çoğulculuk da dahil olmak üzere, her türlü çoğulculuğun nihai garantörü olduğu demokratik bir toplumda, yetkili mercilerin, başkalarına zarar verecek şekilde dini yorumlardan birine ayrıcalık tanımaya ya da başka bir dini topluluğu veya bu topluluğun bir kısmını rızası olmaksızın birleşik bir yönetim altında toplamaya veya böyle bir yönetime maruz bırakmaya yönelik önlemler almak gibi bir rolü olmadığını hatırlatmaktadır (Yunanistan aleyhine Serif davası, no 38178/97, prg. 53, CEDH 1999-IX). AİHM içtihadına göre Devletin nötr ve tarafsız olma zorunluluğu, dini inançların veya bu inançların ifade edilme yollarının meşru olup olmadığını belirlemek konusunda ona bir takdir hakkı tanımaz ve bu zorunluluk kapsamında Devlet, aynı gruba dahil olsalar bile karşı görüşe sahip toplulukların birbirlerine hoşgörü göstermelerini sağlamalıdır (bakınız, mutatis mutandis, Yunanistan aleyhine Manoussakis ve diğerleri davası, 26 Eylül 1996, prg. 47, Karar ve hükümlerin derlemesi 1996-IV ; yine bakınız Moldovya aleyhine Bessarabie Metropoliten Kilisesi ve diğerleri davası, no 45701/99, prg. 123, CEDH 2001-XII).

AİHM, bu nedenle ulusal mahkemelerin başvuranın mezhebiyle ilgili değerlendirme yaparken  İslam dini alanını ilgilendiren işlerde yetkili bir makamın tavsiyesini esas almasının Devletin nötr ve tarafsız olma yükümlülüğü ile bağdaşmadığı  kanaatine varmaktadır.

Hükümet, 5490 sayılı kanunun getirdiği yasal değişiklikten sonra başvuranın din hanesinin boş bırakılmasını talep etme imkânı bulduğu hususunda AİHM’nin dikkatini çekmektedir.

AİHM, 29 Nisan 2006 tarih ve 5490 sayılı kanun gereğince, nüfus kütüklerinin hâlâ bireylerin dini hakkında bir bilgi içerdiğini gözlemlemektedir (aynı kanunun 7. maddesi). Bununla birlikte, aynı yasanın 35. maddesinin 2. fıkrasına göre « aile kütüklerindeki din bilgisine ilişkin talepler, kişinin yazılı beyanına uygun olarak tescil edilir, değiştirilir, boş bırakılır veya silinir ».

AİHM’in kanaatine göre, bu yasa değişikliği yukarıda ifade edilen değerlendirmeleri hiçbir şekilde etkilememektedir, zira nüfus cüzdanlarında dine ayrılan hane – boş veya dolu – var olmaya devem etmektedir. Öte yandan, nüfus cüzdanı üzerindeki dinle ilgili bilgiyi değiştirmek isteyen ya da burada dinlerinin yazılmasını istemeyen kimseler yazılı beyanda bulunmak zorundadırlar. Her ne kadar yasa ve yönetmelik metinlerinde bu beyanın içeriği hakkında bir bilgi bulunmasa da,  AİHM nüfus kütüklerindeki din hanesinin kaldırılması talebinin başlı başına bireylerin tanrıya karşı tutumlarının bir ifşasını oluşturabileceğini gözlemlemektedir (bakınız, mutatis mutandis, Norveç aleyhine Folgerø ve diğerleri davası [GC], no 15472/02, prg. 98, CEDH 2007-VIII, ve Hasan ve Eylem Zengin, ilgili bölüm, prg. 73).

Başvuran için durum böyle olmuştur. Başvuran, nüfus cüzdanı üzerinde yazılmasını şağlamak için yetkili makamlara mezhebini beyan etmesi gerekmektedir. Bu  şekilde elde edilen ve günlük yaşamda sıkça kullanılan bir nüfus cüzdanı, başvuranı her kullanımda de facto olarak istemeden dini inançlarını beyan etmek zorunda bırakan bir belge oluşturmaktadır.

Her ne olursa olsun, bir nüfus cüzdanı dine ayrılmış bir hane içeriyorsa, bu haneyi boş bırakmak kaçınılmaz olarak belirli bir çağrışım yaratacaktır. Dinle ilgili hanesi boş bırakılan bir nüfus cüzdanı taşıyan kimseler, kendi iradeleri dışında ve kamu görevlilerinin müdahele riski altında, nüfus cüzdanlarında dini inançları yazılı kişilerden ayırt edileceklerdir. Diğer taraftan, nüfus cüzdanı üzerinde hiçbir ibare olmamasını talep etme yaklaşımı bireyin derin inançları ile yakından bağlantılıdır. Bunun sonucu olarak AİHM, bireyin en mahrem yönlerinden birinin hâlâ ifşa edildiği kanaatine varmaktadır.

Böylesi bir durum, hiç  şüphesiz dini inanç ve düşüncelerin ifşa edilmeme özgürlüğü kavramına aykırı düşmektedir. AİHM’in bütün bunlardan edindiği kanaate göre, söz konusu ihlalin kaynağı olan sorun Alevi olan başvuranın mezhebinin nüfus cüzdanı üzerine yazılmasının reddedilmesi değil, dinin – zorunlu veya isteğe bağlı – olarak nüfus cüzdanı üzerine yazılması sorunudur. Bu nedenle AİHM, başvuranın 29 Nisan 2006 tarihli yasa değişikliğine rağmen hâlâ bir ihlale maruz kaldığını iddia edebileceği sonucuna varmakta ve Hükümetin itirazını reddetmektedir.

Dolayısıyla, AİHS’nin 9. maddesi ihlal edilmiştir.
AİHM bu değerlendirmesinde ülkemizde sık sık kullanılan ve aslında AKP hükümetinin de yaptığı kanun değişikliğiyle benimsemiş olduğunu gösterdiği "madem İslam yazmasını istemiyorsunuz o zaman din hanesini  değiştirin veya boş bırakın" argümanına da gerekli cevabı vermiş oluyor ve din hanesi diye bir bölümün varlığının AİHS ile garanti altına alınmış olan din ve vicdan özgürlüğüne aykırı olduğunu gerekçeleriyle birlikte açıkça ortaya koyuyor.

14.03.2012

"Yargıya müdahele edemeyiz" mi acaba?

Fofoğraf: ntvmsnbc.com
Bu sözler Recep Tayyip Erdoğan'ın 13 Nisan 2011'de Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Genel Kurulunda yaptığı konuşmadan alındı. Tutuklu gazetecilerin çokluğu ve Ahmet Şık'ın basılmamış kitabı nedeniyle tutuklanması konularında gelen eleştirilere Başbakan yargı bağımsızlığına vurgu yaparak cevap veriyordu:
Çeşitli terör örgütleri ve darbecilerle olan ilişkileri yüzünden yargılanıyorlar. Yürütmenin de bu noktada müdahalede bulunmasının imkanı yoktur, yargı bağımsızdır.
...
Bu basılmamış denen kitapla ilgili kararı ben vermedim. Bu medya mensuplarının bilgi ve belgeler neyin geldiğini gösteriyor ki yargı yürütmeye burada bir hazırlık var hemen gidin diyor. Bakınız burada bir şey diyorum bomba kullanma suçtur, bombanın yapılacağı maddeleri kullanmak da suçtur. Bomba yapmanın ihbarı gelmişse güvenlik güçleri bunları toplamaz mı. Burada da daha önce gelmiş bilgiler gelmişse yargıda bu kararı vermiştir ve güvenlik güçlerine gidin alın demiştir. Bu kitap internet sitelerine girmiştir ve burada ne olduğu görülmüştür. Bu yürütmenin değil yargının aldığı bir karardır. İşimize gelince bağımsız yargı diyorsunuz, Türkiye’ye gelince yürütmeye bağlı yargı diyorsunuz ama Türkiye’de bağımsız yargı var, yürütmeye bağımlı bir yargı yok.
Erdoğan'ın yargı bağımsızlığı konusunda söyledikleri yanlış değil. Bu yargının tasarrufudur, biz yargıya müdahele edip şöyle yapma böyle yap gibi bir şey söyleyemeyiz, böyle bir yetkimiz yok diyor ve bunda da haklı aslına bakarsanız. Haklı olmasına haklı ama keşke bu sözlerinin gereği gibi hareket edebilseydi. Bu sözlerinin üzerinden henüz 1 yıl bile geçmemişken 7 Şubat 2012 tarihinde şimdiki MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile eski MİT Müsteşarı ve yardımcısının KCK soruşturması kapsamında şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrılmasıyla her şey bir anda değişti. 10 Şubat'ta MİT kanununda değişiklik yapılacağı açıklandı. 11 Şubat'ta bu kişileri ifadeye çağıran Savcı Sadretti Sarıkaya soruşturmadan alındı. Bütün gün ve gece çalışan TBMM, 17 Şubat'ta sabah 05:50 sularında kanun değişikliğini kabul etti:
Kanuna göre, MİT mensupları veya Başbakan tarafından belirli bir görevi yerine getirmek üzere kamu görevlileri arasından görevlendirilenler, görevin niteliğinden doğan veya görev sırasında işledikleri iddia olunan suçlardan dolayı haklarında soruşturma yapılması Başbakanın iznine bağlı olacak. 

Bu kişilerin, özel yetkili mahkemelerin görev alanlarına giren suçları işledikleri iddiasıyla haklarında soruşturma yapılmasında da Başbakanın izni aranacak. 

Kanun yürürlüğe girdiği tarih itibariyle devam eden soruşturma ve kovuşturmalarda da Başbakanın iznine bağlı olma hükmü uygulanacak.
Aynı gün içinde de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylandı. Tabii burada değinmeden geçilmemesi gereken bir husus da Cumhurbaşkanı Gül'ün şike davasıyla ilgili kanun değişiklikte ve MİT kanunundaki değişiklikte sergilediği siyahla beyaz kadar farklı tavırlardır.

Abdullah Gül, Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanunla ilgili olarak TBMM'de kabul edilip kendisine gelen değişikliği 8 gün sonra veto ederken kamuoyuna yaptığı açıklamasında veto gerekçelerinden birisini şöyle ifade ediyordu:
...kamuoyunda, genel ve gereklilikten doğan bir düzenleme olmaktan ziyade, halen yürütülmekte olan bir soruşturma kapsamında bulunan kişilere yönelik özel bir düzenleme olduğu intibaını uyandırdığı, bu durumun da değişikliğin esas amacı dışında özel bir saikle hazırlandığı eleştirilerine sebebiyet verdiği görülmektedir.
Aynı cümleleri kopyala/yapıştır ile MİT kanununda yapılmak istenen değişikliğin veto gerekçesi olarak kullansa cuk oturacak ve kimsenin de itiraz edemeyeceği bir gerekçe olmaz mıydı bu? Yürütülmekte olan bir soruşturma kapsamında şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrılan kişilerin ifade vermesinin önüne geçmek için atılmış bir adımdı. Heralde bu konuda kimsenin farklı bir görüşü yoktur. Herkes bu değişikliğin amacının bu olduğu konusunda hemfikir. Zaten her şey ortada olduğu için kanun değişikliğinin amacıyla ilgili çok da tartışılacak bir şey yok. Gelelim bu durumun oluşturduğu sorunlara:

Savcının görevden alınması bir tesadüf müdür? Bu tamamen yargı organlarının bir tasarrufu mudur yoksa bunda yürütmenin bir payı var mıdır?

Bu kanun değişikliği dolaylı yollardan da olsa yargıya müdahele değil midir?

TBMM, Başbakan ve Cumhurbaşkanı'nın bu olaydaki tavırları göz önüne alındığında bu ortamda Erdoğan'ın söylediği gibi yargının bağımsızlığından söz edilebilir mi? Hakim ve savcıların böyle bir ortamda bağımsız hareket edebileceklerinin garantisi var mıdır?

Muhtemelen sizin de aklınıza benzer veya farklı bir çok soru geliyordur. Daha fazla uzatmadan sizi bu gibi soruların cevaplarıyla baş başa bırakıyorum.

9.03.2012

Tehdidin eleştiri, eleştirinin hakaret sayıldığı ülke

Fotoğraf: Radikal
Çok garip bir ülkede yaşıyoruz. Gün geçmiyor ki anlamakta zorlandığımız bir mahkeme kararlarıyla karşılaşmayalım. Bu kararların önemli bir kısmını da düşünce ve ifade özgürlüğüyle ilgili olanlar oluşturuyor. Genelde normal bir eleştirinin hakaret olduğu yönünde verilen kararlarla dumura uğrarken bu sefer de tersi yönde bir kararla neye uğradığımızı şaşırdık:
...dünyaca ünlü piyanist İdil Biret’in 11 Temmuz 2009’da Topkapı Sarayı’nda verdiği açık hava konserini, 20 arkadaşıyla birlikte protesto eden eski Alperen Ocakları İstanbul Başkanı Mustafa Kayatuzu’nun İstanbul 12. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen davası karara bağlandı.

20 arkadaşıyla Topkapı Sarayı’nda şarap içilmesini protesto eden, Topkapı Sarayı’nın kapısına gelerek konser afişlerini yakan grup adına, "Şu kapıdan elinde şarap şişeleriyle giren hainleri gördük. Aklınızı başınıza alın demiyorum. O başınızı gövdenizden alırız diyoruz" diyen Kayatuzu, beraat etti.
Evet evet yanlış okumadınız. Bu sözleri söyleyen adam beraat etmiş. Gerekçesi de davranışlarının şiddet ve saldırı içermemesiymiş. Bu nedenle eleştiri hakkının kullanımı olarak değerlendirilmiş. Şaka gibi öyle değil mi? Mesela yarın bir grup çıkıp TBMM'nin önünde basın toplantısı yapsa ve "Bilmem ne yasasını değiştirmek isteyen hainleri gördük. Aklınızı başınıza alın demiyorum. O başınızı gövdenizden alırız diyoruz." derse ve hiçbir şiddet sergilemeden ve saldırıda bulunmadan olay yerinden ayrılsa (tabii eğer hala polisler tarafından yaka paça gözaltına alınmaşsa) ne olur? Mahkemeden benzer şekilde bir karar çıkar mı? Bunun cevabını size bırakıp başka örneklere geçmek istiyorum.

Fotoğraf: t24.com.tr
Gazeteci Erbil Tuşalp'in 2005 ve 2006 yıllarında yazdığı iki yazıda (1- İstikrar 2- Geçmiş olsun) Recep Tayyip Erdoğan'a hakaret ettiği gerekçesiyle aldığı ceza nedeniyle Türkiye, AİHM tarafından tazminat ödemeye mahkum edildi:
Erbil, Yargıtay’ın da 2008’de mahkeme kararını onaması üzerine konuyu AİHM’e taşıyarak Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) ifade özgürlüğünü garanti altına alan 10. maddesini ihlal ettiği tezini ileri sürdü. AİHM’nin davayla ilgili savunmasına başvurduğu Türkiye, Tuşalp’in makalelerinde yer alan bazı ifadelerin Erdoğan’ın “onur, şeref ve şahsiyetine saldırı” ve “iftira” niteliğinde olduğu, bu nedenle de ifade özgürlüğünün kısıtlanmasının demokratik bir toplumda gereklilik olduğunu öne sürdü. 

Türkiye’nin şikayetlerini geri çeviren AİHM, dün açıkladığı kararda basının demokratik toplum açısından vazgeçilmez işlevine dikkat çekerek basın özgürlüğünün, bir derece abartı ve tahrik içerebileceğini hatırlattı. İncitici, şok edici ve rahatsızlık verici vurguların da ifade özgürlüğü kapsamına girdiğini ve bunun, demokratik bir toplumun varlık sebepleri arasında yer alan çoğulculuk, hoşgörü ve geniş fikirliliğin gerekleri olduğunu kaydeden AİHM kararında, “Başbakan Erdoğan daha hoşgörülü davranmalıydı” yorumunda bulunuldu. 

Eleştiri sınırının siyasiler için normal bireylerden daha yüksek olduğu da AİHM kararında altı çizilen unsurlar arasında yer aldı. Yazıların Erdoğan’ın siyasi kariyeri ya da özel yaşamını olumsuz etkilediğine dair bulguya rastlanmadığına dikkat çeken AİHM, Tuşalp’in ifade özgürlüğünün kısıtlanmasının demokratik bir toplumda gereksiz olduğuna hükmetti.
İşte bu. Bizde durum budur aslında. Eleştiri biraz sert, sözler iğneleyici olunca eleştiri hakkı, ifade özgürlüğü gibi kavramlar hemen bir kenara atılıp kişilerin "hakları" gerekçe gösterilerek suç unsuru bulunduğu  sonucuna ulaşılır. Bu arada AİHM'nin davayla ilgili karar metnine buradan ulaşabilirsiniz.


Tabii bir de son yılların en popüler davaları olan "dini değerlere hakaret" ve "halkı kin ve düşmanlığa tahrik" davaları var. Nedim Gürsel'in Allah'ın Kızları, Richard Dawkins'in Tanrı Yanılgısı, Metis Yayınlarının Ajanda 2010: İllallah! kitapları bu nedenle mahkemelik oldu ve davalar hala devam ediyor.


Penguen mizah dergisinde çizdiği yukarıda gördüğünüz karikatür nedeniyle Bahadır Baruter hakkında soruşturma başlatıldı ve 1 yıl hapis istemiyle dava açıldı. Ekşi Sözlük'teki Hz. Muhammed başlığında yazılanlar nedeniyle 100'ün üzerinde yazar hakkında soruşturma başlatıldı. Bir Ekşi Sözlük yazarı için ise din saçmalığı başlığında yazdıkları için 1.5 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı.

Twitter'daki allah (c.c.) hesabının sahibi ve takipçileri (200 bin kişi civarında) hakkında Serdar Tuncer tarafından suç duyurusunda bulunuldu, dava açılıp açılmayacağını zaman içinde göreceğiz. En son olarak da Ekşi Sözlük'teki muhtelif yazılar nedeniyle Mehmet Baransu tarafından twitter'da ekşi sözlük kapatılsın kampanyası başlatıldı ve daha sonra 13 yazar hakkında suç duyurusunda bulunuldu, dava açılıp açılmayacağını zaman içinde göreceğiz.

Mehmet Baransu'nun şikayet dilekçesine bakarsanız eklerinde sunduğu delillerin aslında hakaretle hiç ilgisi olmayan şeyler olduğunu görürsünüz. Aynı şekilde allah (c.c.)'nin yazdıklarında da bana göre herhangi bir suç unsuru bulunmuyor. Bu nedenle normal şartlar altında Mehmet Baransu ve Serdar Tuncer'in şikayetleriyle ilgili olarak savcıların dava açılmasına gerek olmadığına karar vermesi gerekir. Ama yazıda asıl anlatmaya çalıştığım şey de buydu. Konu düşünce ve ifade özgürlüğü olduğunda, eleştiri hakkı olduğunda Türkiye'de işler normal işlemiyor maalesef. Bu nedenle bu iki şikayet sonucunda dava da açılabilir, hapis cezaları da çıkabilir. Burası Türkiye. Her şey olabilir. Daş düşebülü ayu çıkabülü.

7.03.2012

Kimin kalbi daha taş?

Fotoğraf: Twitter/@necdetunuvar
Bugün haber sitelerinde gördüğüm bir haber beni şaşırttı. Ama beni bundan daha da fazla şaşırtan bir şey vardı ki o da bu tip haberlere hala şaşırabiliyor oluşumdu. Her neyse sözü fazla uzatmadan şaşırmama şaşırdığım haberi paylaşayım. Recep Tayyip Erdoğan partisinin genişletilmiş il başkanları toplantısında şu cümleyi kullanmış:
Uludere ile ilgili basın toplantısı yapan BDP milletvekillerinin kameraların önünde pervasızca kahkaha atmaları bunların ne denli vicdanlı olduğunu, ne denli gerçekten ruhsuz, taş kalpli, iki yüzlü olduklarının ispatıdır. 
Bunda bu kadar şaşırılıcak ne var dediğinizi duyar gibiyim. Aslında haklısınız, bunda şaşırılacak bir şey yok. Bu tip aşağılayıcı ifadeler Başbakan'ın siyasi kimliğinin önemli bir parçası ve her nedense bu üslup kendisine başarı getiriyor veya öyle gözüküyor. Ama yazının asıl konusuna ve başlıktaki karşılaştırmayı yapmamızı sağlayacak şeye gelelim. Sizinle sadece bir video paylaşacağım. BDP milletvekilleri ne kadar taş kalplidir bilemem ama sizler bu videoyu izledikten sonra kalplerin kıyaslamasına geçebilirsiniz.


Bu görüntülerin üzerine yorum yapma gereği görmüyorum. Sayın Başbakanımız her şeyi net bir şekilde ortaya koymuş.