7.10.2012

Bağımsız Yargı?

Fofoğraf: t24.com.tr
Recep Tayyip Erdoğan'ın 13 Nisan 2011'de Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Genel Kurulunda yaptığı konuşmada tutuklu gazetecilerin çokluğu ve Ahmet Şık'ın basılmamış kitabı nedeniyle tutuklanması konularında gelen eleştirilere Başbakan yargı bağımsızlığına vurgu yaparak "Yargıya müdahele edemeyiz" cevabını veriyor. Bu konuya değindiğim yazımı şu sözlerle bitiriyordum: 
TBMM, Başbakan ve Cumhurbaşkanı'nın bu olaydaki tavırları göz önüne alındığında bu ortamda Erdoğan'ın söylediği gibi yargının bağımsızlığından söz edilebilir mi? Hakim ve savcıların böyle bir ortamda bağımsız hareket edebileceklerinin garantisi var mıdır?
Bu olayın üstünden çok uzun bir süre geçmemişken Erdoğan'ın BDP'li milletvekillerine sopayı aba altından değil açık açık gösterirken sarfettiği şu sözler sanırım Türkiye'de yargının ne kadar bağımsız(!) olduğunu net bir şekilde gözler önüne sermeye yetmektedir: "Yargıya zaten gerekenleri söyledik, yargı da gereğini yapıyor, biz de Parlamento'da gereği neyse onu yapacağız."

Tembellik


Yiğit Yılmaz blogunda Alex'in Lig Tv Quiz programında "En tembel futbolcu kim?" sorusuna verdiği cevabı paylaşmış:
Gökhan Gönül. Fizik olarak çok güçlü çok kaliteli bir futbolcu. 6 yıldır aynı takımda birlikte çalışıyoruz ama ben daha bir kez onun takımla birlikte yaptığımız antrenmanlar sonrası sahada kalıp da tek başına çalıştığını, ekstra bir çaba sarfettiğini görmedim. Kapasitesi oldukça fazla, biraz çalışsa bugün çok daha iyi bir oyuncu olabilirdi.
Bu açıklama Gökhan Gönül'ün Fenerbahçe'ye geldiği ilk sezondan bugüne kadar neden bireysel performans olarak ileri gitmeyi bir kenara bırakın her sene geriye gittiğini açıklaması açısından çok önemli diye düşünüyorum.

24.06.2012

Atatürk, Din, Sansür ve Dezenformasyon

Amerikalı yazar Jack Huberman'ın Quotable Ateist adlı kitabı Ateist Aforizmalar başlığıyla Türkçe'ye çevrildi. Kitapta dünyanın dört bir tarafından aralarında filozof, bilim insanı, siyasetçi, sporcu, edebiyatçı, şair, müzisyen, aktör ve din adamının bulunduğu yüzlerce kişiden alıntılar sunuluyor. Bunlardan bazıları şöyle: Woody Allen, Aristo, Lance Armstrong, Björk, Buda, Bono, Charles Bukowski, Simon Bolivar, Noam Chomsky, Charlie Chaplin, Albert Camus, Fyodor Dostoyevski, Albert Einstein, Benjamin Franklin, Sigmund Freud, Galileo, Gandi, Stephen Hawking, Hipokrat, Thomas Jefferson, John Lennon, Leo Tolstoy, Picasso, Carl Sagan ve İsa Peygamber.

Bu yazıyı yazmamın amacı ise kitap tanıtımı yapmak değil, kitaptaki Türkiye'den tek katılımcı olan Mustafa Kemal Atatürk'ün Türkçe çeviri sırasında sansüre uğramış olması. Ateist Aforizmalar'daki Mustafa Kemal alıntısı şöyle:
Egemenliğini sürdürmek için dine ihtiyaç duyanlar zayıftır. Bu tıpkı halkı bir tuzağa düşürmeye benzer. Benim halkım demokrasinin ilkelerini, hakikatin prensiplerini ve ilmin öğretilerini benimseyecektir. Hurafeler tek tek yok edilmelidir. (Jack Huberman, Ateist Aforizmalar, s. 39)
Kitabın orijinalindeki bölüm ise şöyle:

Görüldüğü gibi kitabın orijinalindeki alıntının ilk cümlesi Türkçe çeviride bulunmuyor. Peki bu cümlede ne diyor? Bu alıntı Andrew Mango'nın Atatürk kitabından alınmış ve ilk cümlenin Türkçesi şöyle: "Benim bir dinim yok ve bazen bütün dinlerin denizin dibini boylamasını istiyorum." Mango'nun bu sözler için gösterdiği kaynak ise İngiliz gazeteci Grace Ellison'ın 1928 yılında yayımlanmış olan Turkey Today adlı kitabıdır. Grace Ellison, Mustafa Kemal'in bu sözleri kendisiyle olan bir diyalogunda sarf ettiğini söylüyor.

Atatürk bu sözleri söylemiş midir söylememiş midir kesin bir kanaate varmak zor. Fakat söylediğine dair çok net belgeler olan ve bu kitaba girebilecek birçok sözü varken sadece bunu almak çok daha yerinde olmamış diye düşünüyorum. Yine de yazarın hakkını yememek lazım. Atatürk'ün bu bahsettiğim sözleri halkımızdan  gizlenmeye çalışıldığı için bunlara erişim öyle kolay değil. Hal böyleyken Jack Huberman'ın bunların İngilizcelerini bulması neredeyse imkansız gibi bir şey. Aslında Türkçe kaynak olarak son yıllarda bir miktar gelişme olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin, Atatürk'ün 1931 yılında yazdığı ve 2011 yılında ortaya çıkan bir mektubu konu alan Atilla Oral'ın Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu adlı kitabı (Halil Berktay, Taraf gazetesinde Atatürk'ün bu mektupta belirttiği görüşleriyle ilgili birkaç yazı yayımladı: 1, 2, 3, 4) ve Prof. Dr. Zafer Toprak'ın Darwin'den Dersime Cumhuriyet ve Antropoloji adlı kitabı.

Bu kitaplar Atatürk'ün toplumdan titizlikle gizlenmeye çalışılan bazı görüşlerinin gün yüzüne çıkarılması açısından çok önemli. Neden mi önemli? Çünkü eğitim sistemi insanların bazı gerçekleri öğrenmemesi için bilinçli olarak dezenformatif (bilinçli olarak yanıltıcı, yanlış bilgilendirici) nitelikte kurgulanıyor. Mesela şu habere bakın. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ders kitaplarına Atatürk ve Din diye bir ünite koyuluyor ve burada Atatürk'ün müslüman ve hatta dindar olduğu ballandıra ballandıra anlatılarak gençlerimiz resmen kandırılıyor. Atatürk'ün İslamiyet ve Muhammed ile ilgili sözleri başlığı altında da tahmin edebileceğiniz gibi sadece olumlu sözleri yer alıyor ve asıl belirleyici olan sözlerinden eser yok. Daha önceki bir yazıma da konu olan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ders kitapları Türkiye'de endoktrinasyonun en önemli araçlarından biridir. Dezenformasyona dayalı bu endoktrinasyon döngüsünü kırmak için bu yanlış bilgileri göz önüne sermek ve doğrularını toplumla paylaşmak gerekiyor. İşte bu yüzden bu tip kitaplara, makalelere ve araştırmalara çok daha fazla ihtiyacımız var.

11.05.2012

Dil sürçmesi mi akıl tutulması mı?

Recep Tayyip Erdoğan'ın, AKP Adana İl Kongresi'nde söylediklerine bakalım:
Ben dört tane kırmızı çizgimizin olduğunu söyledim. Üç tane de yine, ayrıca detay olarak üzerinde çalıştığımız ilkelerimizden bahsettim. Neydi o dört tane temel çizgi, başlık? Bir, ‘tek millet’ dedik. Çünkü biz ayrışmaya karşıyız, bölücülüğe ve bölünmeye karşıyız. Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Gürcüsüyle, Abazasıyla, Romanıyla, Boşnakıyla, Arnavutuyla biz biriz, beraberiz. Ve ne dedik, ‘Yaratılanı Yaradan’dan ötürü severiz’ dedik. Bizde ayrımcılık yok, tek millet. İki, biz işte burada da gördüğünüz gibi ‘Tek bayrak’ dedik. Tek bayrak ve bizim bu bayrağımıza laf söyletmeyiz. Bu bayrağımızın rengi şehidimizin kanıdır. Hilal, bağımsızlığımızın ifadesidir. Üçüncüsü, tek dindir. Dil değil, din, din. Bunu söyledik.
Başbakan, özellikle "dil değil, din, din" diyerek yanlış anlaşılmaları engellemeye çalışıyor ve söylediği şeyin dil değil din olduğuna vurgu yapıyor. Bunun üzerine kamuoyunda oluşan tepkiler üzerine AKP cephesinden bu ifadenin bir 'dil sürçmesi' olduğuna dair bir açıklama geldi. Hüseyin Çelik, "Demokratik ve laik ülkelerde tek din olmaz. Başbakan'ı yıllardır tanıyan birisi olarak söylüyorum. Bu bir dil sürçmesidir." diyerek durumu kurtarmaya çalışıyordu. Daha sonra benzer bir savunmayı Erdoğan da kullanırken "Tek din ifadem dil sürçmesiydi. O gün ben 'tek vatan' yerine 'tek din' dedim. Bu bir dil sürçmesidir. Bu konuda eleştiri yapanlar da haklıdır ancak dil sürçmesidir." diyecekti.

Peki bu 'dil sürçmesi' savunması ne kadar inandırıcı? Özgür Mumcu'nun bu konudaki tespiti konuyu çok güzel özetliyor: "Bu tavrın gelen tepkiler üzerine taktik bir geri çekilme mi olduğu, yoksa Başbakan'ın gerçekten dilinin mi sürçtüğü tartışılır. Dili sürçtüyse dilinin neden iki gün üst üste ve biraz da ısrarla sürçtüğü de tartışılabilir. Fakat her şeye rağmen bu tehlikeli söylemi sürdürmemesi elbette herkes için hayırlıdır." Mumcu'un belirttiği gibi bu kadar ısrarlı bir şekilde söylenen sözler için 'dil sürçmesi' demesi aslında Başbakan'ın yaptığı hatanın farkına vardığını fakat bunu gururuna yediremediğinden açıkça ifade edemediği için bu sözlerin istemeden/yanlışlıkla ağzından çıktığını söylemesi anlamına gelmektedir. Erdoğan'a adeta iman edercesine bağlı olanlar elbette bu savunmayı kabul edecektir fakat Türkiye'nin çok büyük çoğunluğunun bunu inandırıcı bulacağını sanmıyorum.

Erdoğan'ın sözlerinin ardındaki motivasyonla ilgili en yerinde tespiti de Ahmet Altan yapmış gibi gözüküyor:
Korkarım Başbakan Erdoğan nerede duracağını kestiremeyecek bir coşma içinde, bir tür “kendi kendine tapınma” ayinleriyle akıl ve mantıktan kopuyor, her şeyi yapabileceğini, her şeyi söyleyebileceğini sanıyor.

Kendi kendine hayranlığın yarattığı zehirli buğulanma onun gerçekleri görmesini zorlaştırmaya başladı.

17.04.2012

İfade özgürlüğünün kökü kazınırken...

Fazıl Say hakkında Twittter hesabında yazdıkları nedeniyle suç duyurusunda bulunuldu:
İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’na yapılan suç duyurusunda Fazıl Say’ın internet paylaşım sitesi Twitter’daki kendisine ait sayfasında İslam inancına saldırı niteliğinde ve bu inanca mensup insanları incitecek ve infialine sebep olacak mesajlar yayınladığı ifade edildi. Say’ın militarist ateist olduğunu düşündürecek bu yazılar ile sadece Müslümanları değil Hıristiyan ve Yahudileri de rencide ettiği belirtildi. Bu yazıların Türk Ceza Kanunu’nda belirtilen ve “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” ve “dini değerlere hakaret” eylemini düzenleyen 216. maddenin 1 ve 3. maddelerine aykırı olduğu belirtilen suç duyurusunda “Bu ifadeler toplumda inanç çatışması oluşturacak, farklı görüş ve inançtaki kişilerin birbirlerine karşı hislerinin değişmesine sebep olacak, husumetleri tetikleyecek, dini tahammülü yok edecek, kamplaşmaya sebep olacak, inananla inanmayanı karşı karşıya getirecek, tahrik edip çatışmaya sevk edecek ve kamu barışını tehlikeye sokacak özellikler taşımaktadır” denildi.
Peki nedir bu infiale neden olabilecek, insanları çatışmaya sevk edecek ve kamu barışını tehlikeye sokacak nitelikteki sözler? İnsanların adeta gözünün dönmesine sebep olabilecek gibi anlatılan ne yazmış olabilir Say? Muhammed'e ana avrat düz mü gitti? İslam'a, Kuran'a veya Allah'a galiz küfürler mi etti?

Her şey yukarıda gördüğünüz tweet ile başladı. Fazıl Say burada açıkça görüldüğü gibi müezzinin akşam ezanını çok hızlı okumasından şikayet ediyor ve ne bu acele diye soruyor. Aradaki İtalyanca kısım (doğrusu prestissimo con fuoco) ise müziğin temposuyla ilgili bir terimdir. "Ateşli bir şekilde, çok hızlı" anlamına gelir ve en yüksek tempoyu ifade eder. Yani Say, uzmanı olduğu bir konuda müezzine bir eleştiride bulunuyor. Olay bundan ibaret. Say aslında burada edebiyatta hiciv/taşlama olarak bilinen yazı türünden güzel bir örnek sergiliyor. İğneleyici sözlerle müezzini eleştiriyor. Gerçekten de 22 saniye inanılmaz kısa bir süre. Hadi abartmıştır, 30 saniye sürmüş olsun diyelim. Yine de çok çok kısa. Google'da ufak bir aramayla bu sürenin ortalama 2.5 dakika civarında olduğunu görebiliriz. Belli ki Say haklı olarak garip bir durum görmüş ve buna tepki olarak bunu yazmış. Ortada bir hakaret var mı? Kesinlikle yok. Tamamen müzikal sebeplerle duyulan bir endişe ve bunu ifade ederken yapılan bir hiciv var ortada. Bir sonraki tweet'te ise akşam ezanının segah makamında okunması gerektiğini, çoğu müezzinin bunu bilmediğini, bunun öğretilmesi gerektiğini söylüyor. Ortada ne İslam'a, ne Kuran'a, ne Muhammed'e ne de Allah'a karşı söylenmiş bir şey, bir eleştiri, bir hakaret varken sadece müzikal bir eleştiri varken, bir vatandaş nasıl oluyor da Say'ın sözlerinin "kamu barışını tehlikeye sokabilecek" nitelikte olduğunu iddia edebiliyor?

İş burada bitmiyor tabii. Her şeyden nem kapan, 10 yıllardır sesini duyuramamış halkımız Twitter sayesinde ağzına geleni rahatça söyleyebilir, daha doğrusu nefretini rahatça kusabilir hale geldi. Fazıl Say'ın bu yazdıklarına hem olumlu hem de olumsuz tepkiler geldi. Say, bu tepkilerden bir bölümünü takipçileriyle paylaştı (retweet etti). Bunlardan bir tanesi Ömer Hayyam'a ait olduğu düşünülen aşağıdaki dörtlüktü.

Bundan sonra tepkiler daha da artmaya ve iğrençleşmeye başladı. Olaydan bir sonraki gün yazılanlardan oluşan aşağıdaki tabloya bakarsanız işin nasıl çığrından çıktığını ve aslında kriminal boyut kazandığını görebilirsiniz.

(Büyütmek için resme tıklayın.)
Görüldüğü gibi Fazıl Say'a karşı çok açık hakaretler var. Aslında bu açık bir linç girişimidir ve ortada net olarak bir kriminal vaka mevcuttur. Buna katkıda bulunan bazı ünlüler de var ve hatta bunların içinde yukardaki resimde de görüldüğü gibi bir milletvekili bile var. Twitter sayesinde linç kültürümüzün baya geliştiği görülüyor. Sanırım bu da ileri demokrasinin faydalarından biri olsa gerek.

Mevcut durumu bu şekilde özetledikten sonra önemli gördüğüm başka bir noktaya değinmek istiyorum. Suç duyurusunu yapan vatandaş "Say’ın militarist ateist olduğunu düşündürecek bu yazılar..." gibi bir ifade kullanmış. 

(Büyütmek için resme tıklayın.) 
Güncel Türkçe Sözlük'teki 'militarist' ve 'militan' kelimelerinin anlamına baktığımızda suç duyurusundaki kullanımın yanlışlığı net olarak görülmektedir. Vatandaş militan demek istersek militarist demiş. Konunun militarizmle uzaktan yakından ilgisi olmadığı açıktır. Günümüzde 'militan ateizm' terimi ABD'deki dindar kesimler tarafından Richard Dawkins, Christopher Hitchens, Sam Harris, Daniel Dennett ve Victor Stenger gibi ateizmi halka açık ortamlarda açıkça savunan ve dinleri eleştiren kişileri tanımlamak ve eleştirmek için kullanılmaktadır.

Belli ki bu suç duyurusunda bulunan vatandaş da aynı kafa yapısında ve ifade özgürlüğünü kullanarak görüşlerini açıkça dile getiren, dini konulara eleştirel yaklaşan, sorgulayan insanları hemen 'militan ateist' olarak damgalamayı uygun görüyor. Bu tip konuşmaların insanları tahrik edebileceği ve bunun da kamu barışını tehlikeye sokabileceği paranoyası yayılarak ifade özgürlüğü yok edilmek isteniyor. Dini konularda eleştirel yaklaşımların alenen ifade edilmemesi isteniyor. "İstediğiniz gibi düşünün ama bunu alenen ifade etmeyin, konuşmayın, düşüncelerinizi kamuoyuyla paylaşmayın, benzer düşünceye sahip insanlar aranızda istediğiniz gibi konuşun ama görüşlerinizi halka yaymaya çalışmayın" mesajı verilmeye çalışılıyor.

Yaklaşık bir ay önceki Tehdidin eleştiri, eleştirinin hakaret sayıldığı ülke başlıklı yazımda birçok örneğini verdiğim şekilde bu ülkede özellikle dini konulardaki eleştirel yaklaşımlar soruşturma/dava açılmak suretiyle susturulmaya çalışılıyor. Açılan davalarla insanların gözleri korkutularak başkalarının bu yola girmemesi sağlanmak isteniyor. İnsanların bunu söylersem/yazarsam dava açarlar endişesiyle otosansür uygulaması amaçlanıyor. Eleştirel düşünceleri görmeye tahammülü olmayan bu insanların temel gayesi budur. Sistematik bir şekilde dini konularda eleştirel görüşlerini açıkça dile getiren kişiler hakkında davalar açılarak insanlara bu yola girmemeleri konusunda gözdağı verilmesi hedefleniyor. 

Sonuç olarak burada yapılmaya çalışılan şey, en temel insan haklarından biri olan ve bugün için ülkemizde acınacak durumdaki düşünce ve ifade özgürlüğünün korkutma ve sindirme yoluyla tamamen yok edilmesidir.

6.04.2012

12 Eylül ile hesaplaşma masalı ve "yetmez ama evet"çi çığırtkanlık

  • %10 seçim barajını işine yaradığı için makul bir seviyeye indirmeyeceksin,
  • YÖK'ü üniversiteleri kontrol altında tutabilmek için muhafaza edeceksin,
  • HSYK'yı yargıyı kontrol altında tutabilmek için  muhafaza edeceksin,
  • DGM'leri kaldırıp yerine aynısının laciverti olan Özel Yetkili Mahkemeleri (ÖYM) kuracaksın,
  • Siyasi Partiler Kanunu'nu parti içi demokrasiyi temin edecek ve lider sultasını sonlandıracak şekilde düzeltmeyeceksin,
  • Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'nu özgürlükleri temel alacak şekilde düzeltmeyeceksin,
Sonra da utanmadan 12 Eylül ile hesaplaşıyoruz diyeceksin. Yemezler arkadaşım yemezler. Bunların hepsi 12 Eylül döneminin ürünleridir ve sen bugün bunları siyasi çıkar elde etmek için tepe tepe kullanıyorsun. 12 Eylül ile gelen ve bugün baktığımızda demokrasi ve özgürlüklerin önündeki en önemli engeller olan bu müesseseleri muhafaza ederek kendine siyasi çıkar sağlıyorsun. Demokrasiyi geliştirmek, özgürlükleri hakim kılmak ve 12 Eylül ile hesaplaşmak gibi bir amacın olduğuna insanların inanması için anti-demokratik ve özgürlükleri kısıtlayıcı olduğu konusunda konsensüs sağlanmış birçok darbe dönemi uygulamasını, kendine çıkar sağladığı halde kaldırman gerekir. İşte o zaman insanlar söylediklerinde samimi olduğuna inanabilir. Yoksa işine gelenleri değiştirip işine gelmeyenleri olduğu gibi muhafaza edersen ve sonra da darbelerle hesaplaşmaktan bahsedersen insanlar sana sadece güler.

Gelelim diğer vahim konuya. "Yetmez ama evet"çi şürekânın, 12 Eylül referandumunda kendilerini eleştiren ve hayır oyu veren veya boykotu seçen kesimlere (ve özellikle de bunlardan davaya müdahil olmak isteyen veya davayı izlemeye gidenlere), 12 Eylül davasının başlamasıyla birlikte mal bulmuş mağribi tavrıyla laf sokma çabası içinde olduğunu görüyorum

Bir kere bu adamların şunu kafalarına sokması lazım. Kimse darbeciler yargılanmasın demedi, elbette yargılansın. Ama CHP'nin "tek madde olarak teklif getirin, geçici 15. maddeyi kaldıralım" teklifine kulak asmayan AKP, ilk başta Anayasa değişiklik paketinde olmadığı halde bu maddeyi paketin içine koydu ve insanları ya "hepsine evet" ya da "hepsine hayır" demek zorunda bıraktı. Hatta Erdoğan bu ikilemi pekiştirmek için meydanlarda "referandumda hayır diyenler darbecidir" diyecek kadar akıl sınırlarını zorlayan söylemlerde bulundu ve bu sözleri için hakkında dava bile açıldı.

Geçici 15. maddenin kaldırılmasıyla ilgili değişiklik bu pakete sonradan ilave edilerek adeta diğer bazı değişiklikler için kalkan olarak kullanıldı ve 12 Eylül ile hesaplaşma masalı da zaten burada ortaya çıktı. Aslında ilk olarak CHP'den çıkan bir fikir olan ve pakete sonradan eklenen geçici 15. maddenin kaldırılması, referandumda temel propaganda aracı olarak kullanıldı. Böylece AKP diğer değişiklikleri bu şekilde perdelemiş oldu.

Peki referandumda neden hayır oyu verildi? "Yetmez ama evet" diyenler bu değişikliklerin yeterli olmamasına rağmen doğru olduğunu düşünürken hayır oyu verenler paketin içinde doğru şeyler olsa da bazı ciddi yanlışlar olduğu görüşündeydiler. Hayırcıların tavırlarının temel gerekçesi yargı bağımsızlığının tehlikeye girmesine neden olabilecek maddelerin varlığıydı (Neden hayır oyu verildiğiyle ilgili CHP'nin hazırladığı kitapçık daha ayrıntılı bilgi verecektir). Kaldı ki aradan geçen kısa sürede bu kaygıların ne kadar yerinde olduğu da ortaya çıkmış oldu. Deniz Feneri davasında görevli savcıların başına gelenler, KCK davasında görevli savcının başına gelenler, Balyoz davasında tahliye kararı veren hakimin başına gelenler, daha birkaç gün önce Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç'ın siyasetin yargıyı kuşatmasına izin vermeyeceklerini söylemesi ve bunlara benzer daha birçok olay, referandumda yargıyla ilgili çekincelerinden dolayı hayır oyu verenlerin ne kadar haklı olduğunu göstermektedir. 

Bu arada son olarak şunu da hatırlatmak gerekir ki Eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk başta olmak üzere birçok önemli hukukçunun savunduğu görüşe göre hukuki olarak 12 Eylül darbesini yapanları yargılamak mümkün değildi. Fakat DGM'lerin yerini alan ÖYM'lerde son dönemlerde görülen önemli davalara bakıldığında hukukun sınırlarının zorlandığı çok sık olarak görüldüğü için Sami Selçuk'un "normalde" olamayacağını söylediği bu yargılamanın yapılıyor olması aslında çok da şaşırtıcı görülmemelidir.

5.04.2012

Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi kaldırılsın! Satranç dersi okutulsun!

Kamuoyunda 4+4+4 kanunu olarak bilinen 6287 nolu İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile ilkokula başlama yaşı 5-6 olarak değiştirildi. Yani bulunduğu yılın Eylül ayının sonunda çocuk 60 aylık ile 72 aylık arasında ise 1. sınıfa başlayacak.

koyun sürüsü
Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi ilköğretim 4. sınıftan lise 4. sınıfa kadar zorunlu olarak okutuluyor. Yani 8-9 yaş aralığındaki çocuklar bu dersi almaya başlıyor ve 9 yıl boyunca zorunlu olarak bu derse giriyorlar. Bu dersin 9. sınıf kitabındaki sayısız absürtlükten bir tanesine daha önce değinmiştim. Kim bilir 8 yaşındaki çocuklara okutulacak 4. sınıf kitabında neler vardır. Ufacık çocukların beynini bu şekilde yıkamanın, Başbakan'ın dindar gençlik yetiştirme idealiyle ilintili olduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Başbakan bu sayede "milli, manevi değerlerine bağlı, isyankar olmayan" bir nesil yetiştirmeyi hedefliyor. Böylece düşünmeyen, sorgulamayan, iktidarın her yaptığına itaat eden bir nesil yetiştirilmek isteniyor. Sanırım bu tarife uyan nesile koyun sürüsü demek yerinde olacaktır. Başbakan istediği gibi güdebileceği bir koyun sürüsü yetiştirmek istiyor ve Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi de bu amaca ulaşmak için kullanılan araçların en önemlilerinden biri olarak cephanelikteki yerini alıyor.

satranç eğitimi
Benim buna karşılık önerim ise zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin müfredattan çıkarılması ve yerine zorunlu Satranç dersinin koyulması. Böylece çocuklar 8-9 yaşından başlayarak stratejik düşünmeyi, geleceğe yönelik plan yapmayı, olasılıkları değerlendirecek şekilde düşünmeyi ve daha birçok faydalı şeyi öğrenebilir. Böylesi kendi gelecekleri için çok daha iyi olur. Ayrıca bu durumda hem ülkeleri, hem de insanlık adına çok daha faydalı bireyler olurlar. Sadece bu değişiklikle bile emin olun orta ve uzun vadede Türkiye daha düzgün, yaşanabilir bir ülke haline gelir. Yapılırsa kendi küçük ama etkileri büyük bir hamle olur.

Bu kanunda beni rahatsız eden bir noktaya daha değinmek istiyorum: 
MADDE 9- 1739 sayılı Kanunun 25 inci maddesinin mülga birinci fıkrası aşağıdaki şekilde yeniden düzenlenmiştir.

“İlköğretim kurumları; dört yıl süreli ve zorunlu ilkokullar ile dört yıl süreli, zorunlu ve farklı programlar arasında tercihe imkân veren ortaokullar ile imam-hatip ortaokullarından oluşur. Ortaokullar ile imam-hatip ortaokullarında lise eğitimini destekleyecek şekilde öğrencilerin yetenek, gelişim ve tercihlerine göre seçimlik dersler oluşturulur. Ortaokul ve liselerde, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberimizin hayatı, isteğe bağlı seçmeli ders olarak okutulur. Bu okullarda okutulacak diğer seçmeli dersler ile imam-hatip ortaokulları ve diğer ortaokullar için oluşturulacak program seçenekleri Bakanlıkça belirlenir.”
turan dursun - din bu 2
Hepimizin bildiği gibi bu ülke müslümanların yanında, hristiyanlar, museviler ve diğer dinlere mensup kişiler ile inançsızlar da yaşıyor. Bunların hepsi bu ülkenin vatandaşıdır ve kanunlar önünde eşittirler. Bir hristiyan vatandaşımız bu kanunu okuduğunda ne düşünür? "Hz. Peygamberimizin hayatı" ne demektir? Kimin peygamberi? Hangi peygamber? Laik bir devletin kanunlarında böyle bir ibare geçebilir mi?  Resmi dini olan bir ülke olsa anlarım ama laik bir ülkede böyle saçma bir şey nasıl olur? Burası Türkiye işte oluyor böyle absürtlükler. Bu ülkede her şeyin mutlaka mantıksız bir açıklaması vardır... Madem böyle bir ders olacak, ben de bu derste faydalanılacak kaynak olarak bir öneride bulunayım. Turan Dursun'un Din Bu serisinin "Hz. Muhammed" alt başlıklı 2 numaralı kitabı. Gençlerin bilgilenmelerine ciddi katkıda bulunacaktır bu kitap.

Bu arada son bir not daha eklemek istiyorum. Bu kanunun Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilme olasılığının ciddi şekilde yüksek olduğunu düşünüyorum. Sadece "Hz. Peygamberimizin hayatı" ibaresi bile bunun için yeterli bana göre ama asıl ciddi sorun kanun tasarısının komisyondan geçirilme şeklinde. Anayasasında demokratik bir hukuk devleti olduğu yazan bir ülkede böyle bir rezilliğin yaşanmış olması bile yeteri kadar büyük bir utanç kaynağıyken, bu rezilliğe Anayasa Mahkemesi tarafından müdahale edilmemesi demokrasi ve hukukla olan son bağlarımızın da kopmuş olduğu anlamına gelecektir.

25.03.2012

AİHM: "Nüfus cüzdanındaki din hanesi, din ve vicdan özgürlüğüne aykırıdır"

Sinan Işık'ın nüfus cüzdanlarında din hanesi bulunmasının din ve vicdan özgürlüğüne aykırı olduğu gerekçesiyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne yaptığı başvuru sonucu açılan dava 02.02.2010 tarihinde karara bağlandı. AİHM, nüfus cüzdanında din hanesi bulunmasını Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüyle ilgili 9. maddesine aykırı olduğu sonucuna ulaştı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 3 aylık itiraz süresi için bu karara itiraz etmedi. Fakat bu kararın üzerinden yaklaşık 9 ay geçmiş olmasına rağmen Hükümet bu konuda adım atmayınca Alevi Bektaşi Federasyonu Genel Başkanı Ali Balkız, bu ihlalin giderilmesi için neden hiçbir şey yapılmadığını sorduğu ve gerekli düzenlemelerin yapılmasıyla ilgili taleplerini içeren bir dilekçeyi Başbakan'a verdi.  Tüm bunlara rağmen ilk kararın üzerinden geçen iki yılı aşkın sürede Hükümet bu konuda hiçbir adım atmadı. AİHM'nin bu kararı adeta görmezden gelindi. Sanki böyle bir karar çıkmamış gibi davranıldı ve garip bir şekilde hala öyle davranılmaya devam ediliyor.

Kendi adıma acaba nüfus cüzdanlarının yerini alacak yeni kimlik kartlarında din hanesi olmayacak bu nedenle mi nüfus cüzdanlarında bir değişikliğe gidilmiyor diye düşünüyordum ama T.C. Kimlik Kartı'nın tanıtımıyla ilgili siteye bakıldığında din hanesinin bu kartlarda da bulunduğu görülüyor:

Fotoğraf: www.ekds.gov.tr

Anlaşılan o ki Hükümet, AİHM'nin bu kararını umursamıyor. Bu kararı 2 yıldır uygulamamasının başka nasıl bir açıklaması olabilir bilmiyorum. Umarım yeni kimlik kartlarında değişiklik yapılıp din hanesi çıkarılarak bu ilkel uygulamadan vazgeçilir.

AİHM'nin 9. maddenin ihlaliyle ilgili değerlendirmesini yaptığı bölümü aşağıda bulabilirsiniz (Ayrıca kararın Türkçe tam metnine buradan ulaşabilirsiniz):
AİHM, 9. maddede korunduğu şekliyle düşünce, vicdan ve din özgürlüğünün AİHS anlamında  « demokratik bir toplumun » temel taşlarından birini temsil ettiğini hatırlatmaktadır. Dinsel açıdan bu özgürlük, inananların hayata bakışlarını ve kimliklerini oluşturan çok hayati bir unsur olmasının yanısıra, ateistler, agnostikler, kuşkucular veya konuyla hiç ilgilenmeyen diğer kimseler açısından da önemli bir kazanımdır. Yüzyıllar boyu büyük bedeller ödenerek kazanılmış olan çoğulculuk da bu tür bir toplumda mevcuttur. Bu özgürlük özellikle bir dine bağlı olsun olmasın ve dini vecibeleri uygulasın uygulamasın herkes için geçerlidir (bakınız, diğerleri arasından, Yunanistan aleyhine Kokkinakis davası, 25 Mayıs 1993, prg. 31, seri A no 260-A, ve San Marino aleyhine Buscarini ve diğerleri davası [GC], no 24645/94, prg. 34, CEDH 1999-I).

Din özgürlüğü asıl olarak bireyin vicdanıyla ilgili bir mesele olduğundan, diğer başka şeylerin yanı sıra, kişinin bireysel ve özel olarak ya da topluca, halkın önünde ve aynı inancı paylaşan gruplar dahilinde dinini açıklamasını da içerir. Öte yandan AİHM, daha önce de AİHS’nin 9. maddesi bünyesinde özellikle bir dine bağlı olmama ve vecibelerini yerine getirmeme özgürlüğü gibi bazı negatif hakları irdeleme fırsatı bulmuştur (bakınız, aynı, Kokkinakis, ve Buscarini ve diğerleri davaları, ilgili bölümler).

AİHM, Alevi mezhebine ait olduğunu beyan eden başvuranın din hanesinde İslam yazan bir nüfus cüzdanı taşımak zorunda kaldığını not etmektedir. İlgili şahıs, 7 Mayıs 2004 tarihinde İzmir Asliye Hukuk Mahkemesi önünde   din hanesine kendi mezhebinin yazılması talebiyle dava açmıştır. Öte yandan başvuran, Yargıtay önünde dini inançlarını açığa vurmama hakkına atıfta bulunarak, din ibaresinin zorunlu olmasına karşı çıkmış ve alternatif olarak nüfus cüzdanı üzerinde bu ibarenin kaldırılmasını talep etmiştir. Bununla birlikte, mahkeme Diyanet İşleri Başkanlığı’nın verdiği görüşe dayanarak « nüfus cüzdanı üzerinde herhangi bir dinin yorum veya dallarının değil yalnızca genel anlamda dinlerin yazıldığı » gerekçesiyle bu talepleri reddetmiştir. Ulusal mahkemeye göre, « Alevi mezhebi, İslam’ın sufizm ve belirli kültürel özelliklerden etkilenen bir yorumudur ».

AİHM, olayların meydana geldiği dönemde uygulamada olan ulusal mevzuata göre başvuranın, her Türk vatandaşı gibi, üzerinde din ibaresi bulunan bir nüfus cüzdanı taşımak zorunda kaldığını gözlemlemektedir. Bu resmi belge hamilinin kimlik bilgilerini öğrenmek için talep eden her idari makama, özel şirkete ya da herhangi bir formalite icabı başka mercilere sunulması gerekmektedir.

Bu bağlamda AİHM, Yunanistan aleyhine Sofianopoulos ve diğerleri ((karar), no 1977/02, 1988/02 ve 1997/02, CEDH 2002-X) davasında, nüfus cüzdanının hangi din ya da mezhepten olursa olsun inananlara bir dini uygulama ya da açığa vurma hakkı sağlamak için bir araç olamayacağına hükmettiğini hatırlatmak gereği duymaktadır. Buna karşın, AİHM dinini ya da mezhebini açığa vurma özgürlüğünün aynı zamanda negatif bir yanı olduğu, yani bir bireyin din ya da mezhebini açığa vurmama ve böylesi bir inanca sahip olup olmadığını belli edecek davranışlarda bulunmak zorunda kalmama hakkı bulunduğu kanaatini taşımaktadır. Bu nedenle, Devlet yetkililerinin ne bireyin vicdan özgürlüğü alanına müdahale etme, ne dini inançlarını araştırma ve ne de ilahiyatla ilgili düşüncelerini açığa vurmaya zorlama gibi bir hakkı olamaz (Yunanistan aleyhine Alexandridis davası, no 19516/06, prg. 38, CEDH 2008-....).

AİHM, mevcut davayı din ve vicdan özgürlüğünün negatif yanı, yani  bireyin dini inançlarını açığa vurmama hakkı açısından inceleyecektir.

Bu bağlamda AİHM, Hükümetin ihtilaflı ibarenin her Türk vatandaşının dini inanç ve düşüncelerini açığa vurmaya zorlamak amacı taşıyan bir uygulama olmadığı yönündeki savını kabul etmemektedir. Burada, herkesin vicdanını yansıtan dini inanç ya da düşüncesini açığa vurmama hakkı söz konusudur. Bu hak, din ve vicdan özgürlüğü kavramının doğasında vardır. 9. maddeyi dini inanç ya da düşünceleri açığa vurmayı amaçlayan herhangi bir zorlamaya izin veriyor şeklinde yorumlarsak, garanti altına aldığı özgürlüğün özüne dokunmuş oluruz (bakınız, mutatis mutandis, Birleşik Krallık aleyhine Young, James ve Webster davası, 13 Ağustos 1981, prg. 52, seri A no 44 ; yine bakınız Anayasa Mahkemesi yargıçlarından birinin sunduğu karşı görüş).

Öte yandan, nüfus cüzdanının (okul kaydı, kimlik kontrolü, askerlik hizmeti, v.s. gibi durumlarda) sıkça kullanıldığı göz önüne alındığında, nüfus cüzdanı gibi resmi belgelerde dini inançların belirtilmesi idari makamlarla olan ilişkilerde ayrımcı davranışlara yol açabilir (Sofianopoulos ve diğerleri, ilgili bölüm).

Üstelik, AİHM nüfus kütüklerinde ya da nüfus cüzdanlarında demografik nedenlerle dinin yazılmasının gerekliliğini anlayamamaktadır, zira böyle bir uygulama dini inançlarını istek dışı beyan etme zorunluluğu öngören bir yasal düzenlemeyi de beraberinde getirir.

AİHM, öte yandan başvuranın talebinin reddedilmesiyle sonuçlanan davanın Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mensubu olduğu mezhebi  İslam’ın bir yorumu olarak vasıflandırmasına bakılarak karara bağlanmasına karşı çıktığını gözlemlemektedir. Bu konuyla ilgili olarak AİHM, her zamanki gibi, Devletin, dini çoğulculuk da dahil olmak üzere, her türlü çoğulculuğun nihai garantörü olduğu demokratik bir toplumda, yetkili mercilerin, başkalarına zarar verecek şekilde dini yorumlardan birine ayrıcalık tanımaya ya da başka bir dini topluluğu veya bu topluluğun bir kısmını rızası olmaksızın birleşik bir yönetim altında toplamaya veya böyle bir yönetime maruz bırakmaya yönelik önlemler almak gibi bir rolü olmadığını hatırlatmaktadır (Yunanistan aleyhine Serif davası, no 38178/97, prg. 53, CEDH 1999-IX). AİHM içtihadına göre Devletin nötr ve tarafsız olma zorunluluğu, dini inançların veya bu inançların ifade edilme yollarının meşru olup olmadığını belirlemek konusunda ona bir takdir hakkı tanımaz ve bu zorunluluk kapsamında Devlet, aynı gruba dahil olsalar bile karşı görüşe sahip toplulukların birbirlerine hoşgörü göstermelerini sağlamalıdır (bakınız, mutatis mutandis, Yunanistan aleyhine Manoussakis ve diğerleri davası, 26 Eylül 1996, prg. 47, Karar ve hükümlerin derlemesi 1996-IV ; yine bakınız Moldovya aleyhine Bessarabie Metropoliten Kilisesi ve diğerleri davası, no 45701/99, prg. 123, CEDH 2001-XII).

AİHM, bu nedenle ulusal mahkemelerin başvuranın mezhebiyle ilgili değerlendirme yaparken  İslam dini alanını ilgilendiren işlerde yetkili bir makamın tavsiyesini esas almasının Devletin nötr ve tarafsız olma yükümlülüğü ile bağdaşmadığı  kanaatine varmaktadır.

Hükümet, 5490 sayılı kanunun getirdiği yasal değişiklikten sonra başvuranın din hanesinin boş bırakılmasını talep etme imkânı bulduğu hususunda AİHM’nin dikkatini çekmektedir.

AİHM, 29 Nisan 2006 tarih ve 5490 sayılı kanun gereğince, nüfus kütüklerinin hâlâ bireylerin dini hakkında bir bilgi içerdiğini gözlemlemektedir (aynı kanunun 7. maddesi). Bununla birlikte, aynı yasanın 35. maddesinin 2. fıkrasına göre « aile kütüklerindeki din bilgisine ilişkin talepler, kişinin yazılı beyanına uygun olarak tescil edilir, değiştirilir, boş bırakılır veya silinir ».

AİHM’in kanaatine göre, bu yasa değişikliği yukarıda ifade edilen değerlendirmeleri hiçbir şekilde etkilememektedir, zira nüfus cüzdanlarında dine ayrılan hane – boş veya dolu – var olmaya devem etmektedir. Öte yandan, nüfus cüzdanı üzerindeki dinle ilgili bilgiyi değiştirmek isteyen ya da burada dinlerinin yazılmasını istemeyen kimseler yazılı beyanda bulunmak zorundadırlar. Her ne kadar yasa ve yönetmelik metinlerinde bu beyanın içeriği hakkında bir bilgi bulunmasa da,  AİHM nüfus kütüklerindeki din hanesinin kaldırılması talebinin başlı başına bireylerin tanrıya karşı tutumlarının bir ifşasını oluşturabileceğini gözlemlemektedir (bakınız, mutatis mutandis, Norveç aleyhine Folgerø ve diğerleri davası [GC], no 15472/02, prg. 98, CEDH 2007-VIII, ve Hasan ve Eylem Zengin, ilgili bölüm, prg. 73).

Başvuran için durum böyle olmuştur. Başvuran, nüfus cüzdanı üzerinde yazılmasını şağlamak için yetkili makamlara mezhebini beyan etmesi gerekmektedir. Bu  şekilde elde edilen ve günlük yaşamda sıkça kullanılan bir nüfus cüzdanı, başvuranı her kullanımda de facto olarak istemeden dini inançlarını beyan etmek zorunda bırakan bir belge oluşturmaktadır.

Her ne olursa olsun, bir nüfus cüzdanı dine ayrılmış bir hane içeriyorsa, bu haneyi boş bırakmak kaçınılmaz olarak belirli bir çağrışım yaratacaktır. Dinle ilgili hanesi boş bırakılan bir nüfus cüzdanı taşıyan kimseler, kendi iradeleri dışında ve kamu görevlilerinin müdahele riski altında, nüfus cüzdanlarında dini inançları yazılı kişilerden ayırt edileceklerdir. Diğer taraftan, nüfus cüzdanı üzerinde hiçbir ibare olmamasını talep etme yaklaşımı bireyin derin inançları ile yakından bağlantılıdır. Bunun sonucu olarak AİHM, bireyin en mahrem yönlerinden birinin hâlâ ifşa edildiği kanaatine varmaktadır.

Böylesi bir durum, hiç  şüphesiz dini inanç ve düşüncelerin ifşa edilmeme özgürlüğü kavramına aykırı düşmektedir. AİHM’in bütün bunlardan edindiği kanaate göre, söz konusu ihlalin kaynağı olan sorun Alevi olan başvuranın mezhebinin nüfus cüzdanı üzerine yazılmasının reddedilmesi değil, dinin – zorunlu veya isteğe bağlı – olarak nüfus cüzdanı üzerine yazılması sorunudur. Bu nedenle AİHM, başvuranın 29 Nisan 2006 tarihli yasa değişikliğine rağmen hâlâ bir ihlale maruz kaldığını iddia edebileceği sonucuna varmakta ve Hükümetin itirazını reddetmektedir.

Dolayısıyla, AİHS’nin 9. maddesi ihlal edilmiştir.
AİHM bu değerlendirmesinde ülkemizde sık sık kullanılan ve aslında AKP hükümetinin de yaptığı kanun değişikliğiyle benimsemiş olduğunu gösterdiği "madem İslam yazmasını istemiyorsunuz o zaman din hanesini  değiştirin veya boş bırakın" argümanına da gerekli cevabı vermiş oluyor ve din hanesi diye bir bölümün varlığının AİHS ile garanti altına alınmış olan din ve vicdan özgürlüğüne aykırı olduğunu gerekçeleriyle birlikte açıkça ortaya koyuyor.

14.03.2012

"Yargıya müdahele edemeyiz" mi acaba?

Fofoğraf: ntvmsnbc.com
Bu sözler Recep Tayyip Erdoğan'ın 13 Nisan 2011'de Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Genel Kurulunda yaptığı konuşmadan alındı. Tutuklu gazetecilerin çokluğu ve Ahmet Şık'ın basılmamış kitabı nedeniyle tutuklanması konularında gelen eleştirilere Başbakan yargı bağımsızlığına vurgu yaparak cevap veriyordu:
Çeşitli terör örgütleri ve darbecilerle olan ilişkileri yüzünden yargılanıyorlar. Yürütmenin de bu noktada müdahalede bulunmasının imkanı yoktur, yargı bağımsızdır.
...
Bu basılmamış denen kitapla ilgili kararı ben vermedim. Bu medya mensuplarının bilgi ve belgeler neyin geldiğini gösteriyor ki yargı yürütmeye burada bir hazırlık var hemen gidin diyor. Bakınız burada bir şey diyorum bomba kullanma suçtur, bombanın yapılacağı maddeleri kullanmak da suçtur. Bomba yapmanın ihbarı gelmişse güvenlik güçleri bunları toplamaz mı. Burada da daha önce gelmiş bilgiler gelmişse yargıda bu kararı vermiştir ve güvenlik güçlerine gidin alın demiştir. Bu kitap internet sitelerine girmiştir ve burada ne olduğu görülmüştür. Bu yürütmenin değil yargının aldığı bir karardır. İşimize gelince bağımsız yargı diyorsunuz, Türkiye’ye gelince yürütmeye bağlı yargı diyorsunuz ama Türkiye’de bağımsız yargı var, yürütmeye bağımlı bir yargı yok.
Erdoğan'ın yargı bağımsızlığı konusunda söyledikleri yanlış değil. Bu yargının tasarrufudur, biz yargıya müdahele edip şöyle yapma böyle yap gibi bir şey söyleyemeyiz, böyle bir yetkimiz yok diyor ve bunda da haklı aslına bakarsanız. Haklı olmasına haklı ama keşke bu sözlerinin gereği gibi hareket edebilseydi. Bu sözlerinin üzerinden henüz 1 yıl bile geçmemişken 7 Şubat 2012 tarihinde şimdiki MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile eski MİT Müsteşarı ve yardımcısının KCK soruşturması kapsamında şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrılmasıyla her şey bir anda değişti. 10 Şubat'ta MİT kanununda değişiklik yapılacağı açıklandı. 11 Şubat'ta bu kişileri ifadeye çağıran Savcı Sadretti Sarıkaya soruşturmadan alındı. Bütün gün ve gece çalışan TBMM, 17 Şubat'ta sabah 05:50 sularında kanun değişikliğini kabul etti:
Kanuna göre, MİT mensupları veya Başbakan tarafından belirli bir görevi yerine getirmek üzere kamu görevlileri arasından görevlendirilenler, görevin niteliğinden doğan veya görev sırasında işledikleri iddia olunan suçlardan dolayı haklarında soruşturma yapılması Başbakanın iznine bağlı olacak. 

Bu kişilerin, özel yetkili mahkemelerin görev alanlarına giren suçları işledikleri iddiasıyla haklarında soruşturma yapılmasında da Başbakanın izni aranacak. 

Kanun yürürlüğe girdiği tarih itibariyle devam eden soruşturma ve kovuşturmalarda da Başbakanın iznine bağlı olma hükmü uygulanacak.
Aynı gün içinde de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylandı. Tabii burada değinmeden geçilmemesi gereken bir husus da Cumhurbaşkanı Gül'ün şike davasıyla ilgili kanun değişiklikte ve MİT kanunundaki değişiklikte sergilediği siyahla beyaz kadar farklı tavırlardır.

Abdullah Gül, Sporda Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanunla ilgili olarak TBMM'de kabul edilip kendisine gelen değişikliği 8 gün sonra veto ederken kamuoyuna yaptığı açıklamasında veto gerekçelerinden birisini şöyle ifade ediyordu:
...kamuoyunda, genel ve gereklilikten doğan bir düzenleme olmaktan ziyade, halen yürütülmekte olan bir soruşturma kapsamında bulunan kişilere yönelik özel bir düzenleme olduğu intibaını uyandırdığı, bu durumun da değişikliğin esas amacı dışında özel bir saikle hazırlandığı eleştirilerine sebebiyet verdiği görülmektedir.
Aynı cümleleri kopyala/yapıştır ile MİT kanununda yapılmak istenen değişikliğin veto gerekçesi olarak kullansa cuk oturacak ve kimsenin de itiraz edemeyeceği bir gerekçe olmaz mıydı bu? Yürütülmekte olan bir soruşturma kapsamında şüpheli sıfatıyla ifadeye çağrılan kişilerin ifade vermesinin önüne geçmek için atılmış bir adımdı. Heralde bu konuda kimsenin farklı bir görüşü yoktur. Herkes bu değişikliğin amacının bu olduğu konusunda hemfikir. Zaten her şey ortada olduğu için kanun değişikliğinin amacıyla ilgili çok da tartışılacak bir şey yok. Gelelim bu durumun oluşturduğu sorunlara:

Savcının görevden alınması bir tesadüf müdür? Bu tamamen yargı organlarının bir tasarrufu mudur yoksa bunda yürütmenin bir payı var mıdır?

Bu kanun değişikliği dolaylı yollardan da olsa yargıya müdahele değil midir?

TBMM, Başbakan ve Cumhurbaşkanı'nın bu olaydaki tavırları göz önüne alındığında bu ortamda Erdoğan'ın söylediği gibi yargının bağımsızlığından söz edilebilir mi? Hakim ve savcıların böyle bir ortamda bağımsız hareket edebileceklerinin garantisi var mıdır?

Muhtemelen sizin de aklınıza benzer veya farklı bir çok soru geliyordur. Daha fazla uzatmadan sizi bu gibi soruların cevaplarıyla baş başa bırakıyorum.

9.03.2012

Tehdidin eleştiri, eleştirinin hakaret sayıldığı ülke

Fotoğraf: Radikal
Çok garip bir ülkede yaşıyoruz. Gün geçmiyor ki anlamakta zorlandığımız bir mahkeme kararlarıyla karşılaşmayalım. Bu kararların önemli bir kısmını da düşünce ve ifade özgürlüğüyle ilgili olanlar oluşturuyor. Genelde normal bir eleştirinin hakaret olduğu yönünde verilen kararlarla dumura uğrarken bu sefer de tersi yönde bir kararla neye uğradığımızı şaşırdık:
...dünyaca ünlü piyanist İdil Biret’in 11 Temmuz 2009’da Topkapı Sarayı’nda verdiği açık hava konserini, 20 arkadaşıyla birlikte protesto eden eski Alperen Ocakları İstanbul Başkanı Mustafa Kayatuzu’nun İstanbul 12. Asliye Ceza Mahkemesi’nde görülen davası karara bağlandı.

20 arkadaşıyla Topkapı Sarayı’nda şarap içilmesini protesto eden, Topkapı Sarayı’nın kapısına gelerek konser afişlerini yakan grup adına, "Şu kapıdan elinde şarap şişeleriyle giren hainleri gördük. Aklınızı başınıza alın demiyorum. O başınızı gövdenizden alırız diyoruz" diyen Kayatuzu, beraat etti.
Evet evet yanlış okumadınız. Bu sözleri söyleyen adam beraat etmiş. Gerekçesi de davranışlarının şiddet ve saldırı içermemesiymiş. Bu nedenle eleştiri hakkının kullanımı olarak değerlendirilmiş. Şaka gibi öyle değil mi? Mesela yarın bir grup çıkıp TBMM'nin önünde basın toplantısı yapsa ve "Bilmem ne yasasını değiştirmek isteyen hainleri gördük. Aklınızı başınıza alın demiyorum. O başınızı gövdenizden alırız diyoruz." derse ve hiçbir şiddet sergilemeden ve saldırıda bulunmadan olay yerinden ayrılsa (tabii eğer hala polisler tarafından yaka paça gözaltına alınmaşsa) ne olur? Mahkemeden benzer şekilde bir karar çıkar mı? Bunun cevabını size bırakıp başka örneklere geçmek istiyorum.

Fotoğraf: t24.com.tr
Gazeteci Erbil Tuşalp'in 2005 ve 2006 yıllarında yazdığı iki yazıda (1- İstikrar 2- Geçmiş olsun) Recep Tayyip Erdoğan'a hakaret ettiği gerekçesiyle aldığı ceza nedeniyle Türkiye, AİHM tarafından tazminat ödemeye mahkum edildi:
Erbil, Yargıtay’ın da 2008’de mahkeme kararını onaması üzerine konuyu AİHM’e taşıyarak Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) ifade özgürlüğünü garanti altına alan 10. maddesini ihlal ettiği tezini ileri sürdü. AİHM’nin davayla ilgili savunmasına başvurduğu Türkiye, Tuşalp’in makalelerinde yer alan bazı ifadelerin Erdoğan’ın “onur, şeref ve şahsiyetine saldırı” ve “iftira” niteliğinde olduğu, bu nedenle de ifade özgürlüğünün kısıtlanmasının demokratik bir toplumda gereklilik olduğunu öne sürdü. 

Türkiye’nin şikayetlerini geri çeviren AİHM, dün açıkladığı kararda basının demokratik toplum açısından vazgeçilmez işlevine dikkat çekerek basın özgürlüğünün, bir derece abartı ve tahrik içerebileceğini hatırlattı. İncitici, şok edici ve rahatsızlık verici vurguların da ifade özgürlüğü kapsamına girdiğini ve bunun, demokratik bir toplumun varlık sebepleri arasında yer alan çoğulculuk, hoşgörü ve geniş fikirliliğin gerekleri olduğunu kaydeden AİHM kararında, “Başbakan Erdoğan daha hoşgörülü davranmalıydı” yorumunda bulunuldu. 

Eleştiri sınırının siyasiler için normal bireylerden daha yüksek olduğu da AİHM kararında altı çizilen unsurlar arasında yer aldı. Yazıların Erdoğan’ın siyasi kariyeri ya da özel yaşamını olumsuz etkilediğine dair bulguya rastlanmadığına dikkat çeken AİHM, Tuşalp’in ifade özgürlüğünün kısıtlanmasının demokratik bir toplumda gereksiz olduğuna hükmetti.
İşte bu. Bizde durum budur aslında. Eleştiri biraz sert, sözler iğneleyici olunca eleştiri hakkı, ifade özgürlüğü gibi kavramlar hemen bir kenara atılıp kişilerin "hakları" gerekçe gösterilerek suç unsuru bulunduğu  sonucuna ulaşılır. Bu arada AİHM'nin davayla ilgili karar metnine buradan ulaşabilirsiniz.


Tabii bir de son yılların en popüler davaları olan "dini değerlere hakaret" ve "halkı kin ve düşmanlığa tahrik" davaları var. Nedim Gürsel'in Allah'ın Kızları, Richard Dawkins'in Tanrı Yanılgısı, Metis Yayınlarının Ajanda 2010: İllallah! kitapları bu nedenle mahkemelik oldu ve davalar hala devam ediyor.


Penguen mizah dergisinde çizdiği yukarıda gördüğünüz karikatür nedeniyle Bahadır Baruter hakkında soruşturma başlatıldı ve 1 yıl hapis istemiyle dava açıldı. Ekşi Sözlük'teki Hz. Muhammed başlığında yazılanlar nedeniyle 100'ün üzerinde yazar hakkında soruşturma başlatıldı. Bir Ekşi Sözlük yazarı için ise din saçmalığı başlığında yazdıkları için 1.5 yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı.

Twitter'daki allah (c.c.) hesabının sahibi ve takipçileri (200 bin kişi civarında) hakkında Serdar Tuncer tarafından suç duyurusunda bulunuldu, dava açılıp açılmayacağını zaman içinde göreceğiz. En son olarak da Ekşi Sözlük'teki muhtelif yazılar nedeniyle Mehmet Baransu tarafından twitter'da ekşi sözlük kapatılsın kampanyası başlatıldı ve daha sonra 13 yazar hakkında suç duyurusunda bulunuldu, dava açılıp açılmayacağını zaman içinde göreceğiz.

Mehmet Baransu'nun şikayet dilekçesine bakarsanız eklerinde sunduğu delillerin aslında hakaretle hiç ilgisi olmayan şeyler olduğunu görürsünüz. Aynı şekilde allah (c.c.)'nin yazdıklarında da bana göre herhangi bir suç unsuru bulunmuyor. Bu nedenle normal şartlar altında Mehmet Baransu ve Serdar Tuncer'in şikayetleriyle ilgili olarak savcıların dava açılmasına gerek olmadığına karar vermesi gerekir. Ama yazıda asıl anlatmaya çalıştığım şey de buydu. Konu düşünce ve ifade özgürlüğü olduğunda, eleştiri hakkı olduğunda Türkiye'de işler normal işlemiyor maalesef. Bu nedenle bu iki şikayet sonucunda dava da açılabilir, hapis cezaları da çıkabilir. Burası Türkiye. Her şey olabilir. Daş düşebülü ayu çıkabülü.

7.03.2012

Kimin kalbi daha taş?

Fotoğraf: Twitter/@necdetunuvar
Bugün haber sitelerinde gördüğüm bir haber beni şaşırttı. Ama beni bundan daha da fazla şaşırtan bir şey vardı ki o da bu tip haberlere hala şaşırabiliyor oluşumdu. Her neyse sözü fazla uzatmadan şaşırmama şaşırdığım haberi paylaşayım. Recep Tayyip Erdoğan partisinin genişletilmiş il başkanları toplantısında şu cümleyi kullanmış:
Uludere ile ilgili basın toplantısı yapan BDP milletvekillerinin kameraların önünde pervasızca kahkaha atmaları bunların ne denli vicdanlı olduğunu, ne denli gerçekten ruhsuz, taş kalpli, iki yüzlü olduklarının ispatıdır. 
Bunda bu kadar şaşırılıcak ne var dediğinizi duyar gibiyim. Aslında haklısınız, bunda şaşırılacak bir şey yok. Bu tip aşağılayıcı ifadeler Başbakan'ın siyasi kimliğinin önemli bir parçası ve her nedense bu üslup kendisine başarı getiriyor veya öyle gözüküyor. Ama yazının asıl konusuna ve başlıktaki karşılaştırmayı yapmamızı sağlayacak şeye gelelim. Sizinle sadece bir video paylaşacağım. BDP milletvekilleri ne kadar taş kalplidir bilemem ama sizler bu videoyu izledikten sonra kalplerin kıyaslamasına geçebilirsiniz.


Bu görüntülerin üzerine yorum yapma gereği görmüyorum. Sayın Başbakanımız her şeyi net bir şekilde ortaya koymuş.

26.02.2012

Endoktrinasyon bizim işimiz!

Yanda gördüğünüz kitap üzerinde de belirtildiği gibi Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı tarafından onaylanmış olup 5 yıl süreyle 9. sınıf öğrencilerine okutulacaktır. Bu kitap sadece Musevi ve Hristiyan vatandaşlara (Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinden muaf tutuldukları için) okutulmayacaktır. Siz kimliğinizde yazan İslam ibaresini sildirmiş olsanız ve din hanesi boş olsa bile bu derse girmeye mecbursunuz. Yani ateist, agnostik veya deist olsanız bile bu derse girmek zorundasınız. Devlet sizi ve/veya çocuğunuzu bu dersi almak zorunda tutuyor.


Ateistlere zorla okutulan bu kitapta ateizmle ilgili neler yazdığına bir bakalım:


1 numaralı kutu içine aldığım bölümde ateizmin ne olduğu ve ateistlerin nasıl düşündüğü, neyi savunduğu hakkında bilgi verilmeye çalışılmış. Evet bilgi verilmiş diyemiyorum, sadece çalışılmış ve gayet de başarısız olunmuş.

İlk olarak ateizm bir inanç biçimi değildir. Ateizm inanç yokluğunu ifade eder. Ateistler tanrının var olduğunu inanmazlar. Bu inanmama da körü körüne veya bilgisizce bir eylem değildir. Ateistler, tanrının var olduğuna inanmak için yeterli delil olmadığını düşündükleri için inanmazlar. Bu bir inanç biçimi değildir. Örnek vermek gerekirse Noel Baba'nın veya perilerin ve Van Gölü canavarının var olduğuna inanmamak bir inanç biçimi olarak değerlendirilebilir mi? Bu saydığım şeylerin var olduğunu gösteren yeterli delil var mıdır? Olmadığına göre bunların var olduğuna inanmamak en doğal tavır değil midir? Aynı mantıkla ateistlerin tavrı da tanrının var olduğunu gösteren yeterli delil olmadığı için tanrının var olduğuna inanmamaktır.

Tabii belli koşullar altında ateistler tanrının var olmadığı iddiasını da savunabilirler. Buna pozitif ateizm denir. Eğer tanrının özellikleri net ve teste açık bir şekilde ortaya koyulmuşsa böyle bir tanrının var olmadığı veya var olamayacağı görüşü savunulabilir. Bu konuyu fazla uzatmadan mantık'ın Pozitif Ateizm Nedir? başlıklı makalesini okumanızı önereceğim.

Çok kısa olarak bir noktaya daha değinip sonra ikinci bölüme geçeceğim. Ateistlerin, dinlerin ve dini değerlerin tamamına karşı oldukları belirtilmiş. Dinlerin doğru olduğunu kabul etmemekle beraber toplumlar için gerekli olduğu düşünen ateistler de vardır. Yani tüm ateistler dinlere karşıdır demek doğru değildir. Bu konuda standart bir görüş yoktur. Her bireyin görüşü farklı olabilir. Dini değerler konusuna gelelim. Çalmamak, öldürmemek, yalan söylememek, ihtiyacı olanlara yardımcı olmak vb. evrensel olarak kabul gören değerlere (aslına bakarsanız bunların gerçek anlamda dinle bir ilgisi yoktur) ateistlerin karşı olduğunu söylemek mümkün değildir. Eğer dini değerler ile kastedilen bu ve benzeri şeyler ise ateistlerin bunlara karşı olduğunu söylemek kesinlikle yanlıştır.

Gelelim 2 numaralı kutu içine aldığım ve asıl vahim olan kısıma. Tanrının varlığı konusunda şüpheye düşenlerin ruhsal bunalımlar yaşadıklarını, kendilerini boşta hissettiklerini ve böylece satanistlerin tuzaklarına düştükleri söyleniyor. "Vahye dayanmayan inanç biçimleri" derken aslında ateizmi kastettiğini anlamak güç değil. İlk bölümde ateizmin bir inanç biçimi olduğunu söyledikten sonra burada ateizmi hedef gösterdiği konusunda en ufak bir şüphe yok. Toplum içinde ateizmin argümanlarının savunulması, duyurulması insanların tanrının varlığına dair şüphelerini artıracağı için açık bir şekilde ateizmin, satanizmin yaygınlaşmasına neden olacağı söyleniyor. Satanizm ise 90'ların başında ergenler arasında moda olan ve günümüzde hiçbir gerçekliği ifade etmeyen şekliyle tarif edilmiş. Satanistlerin bir suç örgütü olduğu, hayvanlara ve insanlara işkence yaptığı iddia ediliyor.

Normalde belki de bunlara sadece gülüp geçmek gerekir. Ama maalesef durum o kadar basit değil. Burada ateizmin, tanrı inancını sarsarak insanların bunalıma sürüklenmesine ve böylece satanistlerin ağına düşmelerine neden olan ve bu nedenle de toplum için zararlı bir şey olduğu mesajı verilmek isteniyor. Asıl hedef satanizm veya satanistler değil. Asıl hedef ateizm ve ateistler. Satanizm sadece ateizmin ve dolayısıyla ateistlerin hedef gösterilmesi için bir araç olarak kullanılıyor.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi bunları ailesi ve/veya kendisi ateist olan ve bunu da kimliğindeki İslam ibaresini sildirmiş kişilere bile zorla okutuyorsun. Kısaca endoktrinasyon bizim işimiz diyorsun!

18.02.2012

Dindar gençlik meselesi

Vedat Kemer / Akşam
Uzun süredir burayı boşlamıştım. Bundan sonra düzenli olarak gündemdeki konular üzerine görüşlerimi paylaşmayı planlıyorum. İlk olarak Başbakan Erdoğan'ın dindar gençlik planıyla ilgili düşüncelerimi aktaracağım.

Öncelikle Erdoğan'ın söylediklerine bakalım:

Benim ifademde dindar bir gençlik yetiştirme var. Bunun arkasındayım. Benim ifademde dindarlar, dinsizler diye bir ifade yok. Dindar bir gençlik yetiştirme var. Bunu yine söylüyorum, bunun arkasındayım. Sayın Kılıçdaroğlu, sen bizden, muhafazakar demokrat parti kimliği sahibi AK Parti'den, ateist bir nesil yetiştirmemizi mi bekliyorsun? O belki senin işin olabilir, senin amacın olabilir. Ama bizim böyle bir amacımız yok. Biz muhafazakar ve demokrat, milletinin, vatanının değerlerine, ilkelerine, tarihten gelen ilkelerine sahip çıkan bir nesil yetiştireceğiz. Bunun için çalışıyoruz.
Daha sonraki bir ifadesinde ise şöyle diyor:
Bir haftadır köşelerinde yazanlara sesleniyorum; bu gençliğin tinerci olmasını mı istiyorsunuz? Siz bu gençliğin büyüklerine isyankar bir nesil mi olmasını istiyorsunuz? Siz, bu gençliğin milli, manevi değerlerinden kopuk, hiçbir istikameti, meselesi olmayan bir nesil mi olmasını istiyorsunuz? Biz, sizlerle burada anlaşamayız ama 'çağdaş bir nesil' derken, dindar bir nesil çağdaş olamıyor mu? Hem çağdaş hem dindar olunamıyor mu? Beyler, önce başınızı öne eğin de hem çağdaş hem dindar bir nesil nasıl yetiştirilirmiş onu bir düşünün. Dindar bir nesil özgürlüklere saygılıdır; dindar bir nesil, farklı düşüncelere, farklı inanç gruplarına da saygılıdır. O terbiyeyi alarak yetişmiş bir nesiliz biz. Bu saygının nasıl gösterilmesi gerektiğini de bugüne kadar gösterdik, bundan sonra da gösteririz.
Erdoğan'ın lugatında "dindar" kelimesinin karşılığı olarak "muhafazakar ve demokrat, milletinin, vatanının değerlerine, ilkelerine, tarihten gelen ilkelerine sahip çıkan kişi" yazdığı anlaşılıyor. Ayrıca dindarların; özgürlüklere, farklı düşüncelere ve farklı inanç gruplarına saygılı olduğunu ve kendilerinin bu özellikleri bugüne kadar gösterdiklerini söylüyor. 

Maalesef ne dindar tanımına ne de dindarların özellikleri olarak belirttiklerine katılmak mümkün değil. Dindar bir kişi muhafazakar ve demokrat olmayabilir, milletinin ve vatanının değerlerine ve ilkelerine sahip çıkmayabilir. Dindar olmakla bunlar arasında direk bir ilişki yoktur. Dindar bir kişi inandığı dinin ilkelerini hayatında en ön planda tutan kişidir. Dindar kişi muhafazakar da olabilir, sosyalist de olabilir, demokrat da olabilir faşist de olabilir. Dindarlık kavramının sanki dinle hiçbir ilgisi yokmuş da sadece siyasi bir olguymuş gibi göstermeye çalışmak hiç gerçekçi değil. 

Dindarların özgürlüklere, farklı düşüncelere ve farklı inanç gruplarına saygılı olduğunu ve kendilerinin bu özellikleri bugüne kadar gösterdikleri iddiası ise neresinden tutarsak tutalım elimizde kalıyor. Yalnızca bir önceki yazımdaki 2011 seçimleri öncesinde AKP cephesinden gelen açıklamalara ve o "dindar" denilen ekibin tavırlarına bakmak bile bu iddiaların temelsizliğini görmek için yeterlidir. Hadi onları geçtim, yukarıdaki ifadelerde bile dindar olmayanlara karşı bir aşağılama, hor görme yok mu? "Siz, bu gençliğin milli, manevi değerlerinden kopuk, hiçbir istikameti, meselesi olmayan bir nesil mi olmasını istiyorsunuz?" sözlerinde dindar olmayanların bu ülkeye hiçbir faydası olmayan boş, değersiz, işe yaramaz insanlar olduğu iması yok mu sizce? Özellikle de dindar gençlik yetiştirme planını eleştirenlere karşı yaptığı "bu gençliğin tinerci olmasını mı istiyorsunuz?" çıkışı, Erdoğan'ın dindar olmayanları nasıl gördüğüyle ilgili net bir fikre sahip olmamız için yeterli değil midir?

Tabii konunun bir de gençliği kendi siyasi görüşlerine göre yetiştirme ideali var ki belki de yukarıda saydıklarımdan daha tehlikeli ve rahatsız edici olan da budur. Erdoğan bu nedenle sadece muhalif kesimlerden değil şimdiye kadar kendisine birçok konuda destek veren kesimlerden de ciddi eleştiriler aldı. Her ne kadar eleştiriler üzerine hedeflerinin öğrencileri formatlamak olmadığını, hedeflerinin özgürlükler ve demokrasi olduğunu söylese de laf ağızdan bir kere çıkıyor ve söylenenler bu kadar net bir şekilde ortadayken ne kadar çevirmeye çalışsanız da söylediğiniz şeyler değişmiyor. Yazının başındaki iki alıntıda Erdoğan'ın gençliği hangi kriterlere göre yetiştirmek istediği, hangi özelliklere sahip gençleri makul gördüğü hangilerini ise birer tinerci gibi gördüğü net bir şekilde anlaşılmaktadır.

Peki bir iktidarın böyle bir hakkı var mıdır? Erdoğan, AKP'nin muhafazakar demokrat bir parti olduğu için gençleri de muhafazakar demokrat görüşe uygun olarak yetiştirmek istediklerini söylüyor. Peki yarın sosyal demokrat veya sosyalist veya kemalist veya faşist bir parti iktidar olduğunda ne olacak? Bu sefer de onların görüşlerine göre mi gençler yetiştirilmeye çalışılacak? Böyle bir şey olabilir mi? Gençler yapboz tahtası mıdır? Eğitim siyasi görüşlere göre şekillenecek bir şey değildir. Eğitim siyasi görüşlerden bağımsız olmalıdır. Mesela Erdoğan hedeflerinin özgürlükler ve demokrasi olduğunu söylüyor. Peki gençlere okullarda İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ve/veya Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi öğretiliyor mu? İnsan hakları ve özgürlük kavramları gençlere küçük yaşlardan itibaren aşılanıyor mu? Veya Erdoğan'ın dindar kişinin özellikleri arasında saydığı farklı düşüncelere, farklı inanç gruplarına saygılı bir yaklaşım ders kitaplarında mı var yoksa tam tersine belli grupları yok sayan ve hatta aşağılayan bir yaklaşım mı hakim bu kitaplara?

Kısaca dindar gençlik yetiştirme projesi neresinden tutarsak tutalım elimizde kalıyor. Erdoğan'ın bir sözü diğerini, yaptıkları ise hiçbirini tutmuyor.